Etiketler

31 Ekim 2010 Pazar

pişmanlık

İnsanı geçmişi içinde kaybettiren, tüm anılarını bir labirent yapıp kişiyi içine hapseden duygu. ne yana dönsem duvar karşımda, biri diğerine açılıyor, bir soru başka bir soruya gebe, bir cevap binbir cevaba dönüşüyor ama hiçbiri karşılamıyor soruyu, olmuyor haydi başka bir yola sapıyorum yine tosladığım koca bir duvar, yine sorular, yine saçmasapan cevaplar, bitip tükenmek bilmeyen suçlamalar, önce karşıdakini, sonra hızımı alamayıp tüm hayatımı ama en sonunda doğru olanı ve kendimi...

geri dönüşü olmayan yollara girişin sonucudur, geri dönüşü olan ama dönüldüğünde eskisi gibi bulunmayan yolların da..

nasıl pişmanım herşeyden, tüm yaptıklarımdan, yapmadıklarımdan herşeyden işte, ne varsa elimde şu an sanki başka şeyler yapsam daha iyisi olabilecekmiş gibi, ne yoksa elimde sanki uğraşsam olacaklar(dı) gibi geliyor. elindekilerin değerini yitirten, elde edemediklerini iştihara çıkaran berbat bir duygudur pişmanlık.

nasihat, ''zamanında yenmemiş ve bayatlamış bir ekmeği başkasına yedirmeye çalışmaktır'' derdi bir zamanlar birisi.  nasıl doğru, bir bilseniz nasıl çabalıyorum insanlar aynı hatalara düşmesin diye ama kör bir kuyu işte hatalar zinciri, insan farkedemiyor ki içinde debelendiğini. bilseydim böyle olacağını daha sıkı sarılmaz mıydım sana, bırakır mıydım hiç ellerini, üzer miydim hiç seni, o kadar kapris yapar mıydım... yapardım evet hepsini yapardım bugün olsa yine yaparım, pişmanlık böyle bişi işte yaptıklarını ya da yapacaklarını  değiştirme kudreti olmayan bir his. hayattan kusturuyor o kadar.

sensizlik ve yağmur

bugün doldurup doldurup içtiğimdir kadehime. ya da bir fincan acı, kahve tadında. deli gibi savuruyordu insanları yağmur, oradan oraya.
beni değil yağmur... 

bu sene kış erken mi geldi ne, sensizlikten m'ola?
sanki zayıflıyorum, yaşlanıyorum, çirkinleşiyorum. artık eskisinden de çok hastalanıyorum, hiç şikayet etmiyorum, hiç naz etmiyorum artık, kapris yok, kimse çekmez senin gibi, ondan mıdır ki? artık et bile yiyorum, inanabiliyor musun, açken ''et yemem ben ya'' diye tutturuşlarım, aklıma geliyor da. meger yeniyormuş, atla deve değil ya...

''her neyse yahu, yürü git yoluna'' diyorum sabahın ve yalnızlığın köründe tepeme üşüşen afakanlara, ''var git ilişme bana'' 
hepsi gözümün önünde, nah şurada duruyorlar, yapacak bir şey yok. 

yol boyunca gözüme takılıyor kırık şemsiyeler. kaldırım kenarında itilmiş bir köşeye. eee, işe yaramıyor ne de olsa. ''sonuca ulaştırmayan bir nesneyi taşımak kadar anlamsız sonu olmayan bir yola girmek, sona ulaşılamayacak bir sevgili değil mi?'' diyorum kendi kendime. kendime demiyorum ki bunu, sensizlik...
üzülüyorum tüm kırık şemsiyelere, benzer geliyor hepsi bir an, yakalıyorum o ortak paydayı, kuruluyor aramızda bağ. sonra giriyoruz kolkola ve yürüyoruz. kırık şemsiyeler ve ben..

rüzgar sarsıyor bedenimi, tüm afakanlar etrafımda cirit atıyor, kırık şemsiyeler zaten kolumda... vazgeçiyorum o an yağmura ve rüzgara karşı koymaya çalışmaktan.
dirayet yapıyor yapacağını ve yarı yolda bırakıyor beni. fırlatıp atıyorum elimdeki şemsiyemi. 
karşı koymaya çalıştığım değil rüzgar, sensizlik.
üzerime yağan değil yağmur, sensizlik.
dökülen gözlerimden değil yaş, sensizlik.

bu sabah içtim sensizliği kan yerine, bu sabah kızgın bir demirdi, canıma dokunan. sensizlik jilet gibiydi bu sabah, kesti boğazımı. avazım ulaştı mı oralara? 

sensizlik...
kimsizlik?
kimsesizlik.


nasılsın/iyi misin

nasılsın,
iyiyim elbet, neden var mı ki kötü olmaya, misal;
hiç kumbaram dolu mu biriktirdiğim kırgınlıklarımla, ne gezer, ilaç niyetine arasan yok,
sonra geçmiş denen şey nedir hatırlamıyorum bile ben, 
dönüp dönüp sırtımdan vuruyor mu, bana yaşattığın tüm güzellikler, 
hatıraların ağır gelmesi nedir allasen, nasıl rahat sırtlanmışım hepsini, taşırım bi ömür boyu,
kanlar içinde kalıyor muyum ki beynimi parçalarcasına düşünmekten,
sızım sızım sızlıyor mu burnum, seni tütmekten,
dönüyor muyum yana yakıla pervane misali ateşinde, 
arıyor muyum varlığını, 
vura vura yüreğimi duvarlara parçalıyor muyum sensizlikten, 
kusuyor muyum artık yokluğunu, 
sabır taşı olup çatlıyor muyum dayanmak adına hasrete,
için için kahrolmak hiç uğramamıştır ki adresime. 
senden sonra ölüp ölüp dirildim mi ki, 
hem havalar da güzel buz tutmuyor yüreğim hiç, 
üşümüyor ellerim bıraktığın günden beri. 
yediğim yemek zehir zıkkım mı bana, değil.
hiçbir derdim yok, olsa kaç yazar, ''yetiş'' desem yetişmez misin ki yardımıma. benimki de laf.
sigarayı bile bıraktım, he hey karnım tok sırtım pek, gül gibi yaşayıp gidiyorum.
iyiyim ben, çok iyiyim hem de. için rahat olsun.

16 Ekim 2010 Cumartesi

yeğenime mektupları 1

Daha yeni yeni çözülüyordu dilin ''baba'' dediğinde, nereden bilebilirdin ki aslında dedene baba dediğini, babanı henüz hiç görmemiştin ki...  Sonraları, kaç kez sordun bana salıncakta sallanırken; '' teyzoş, neden benim babam yok?''  Vardı tabi, olmaz mı? ama doğru yerde değildi, seni ömür boyu babasız bırakma pahasına ''o kadın''a gitmişti. Nasıl yanıtlanırdı ki bu soru şimdi?

 Sonra çıkıverdi bir anda baban, bir kaç ay göz kırıptı.Sonraları sana zilin çalmayışını  açıklamak çok zordu, aynen ilk gidişi açıklamanın zor oluşu gibi. Bir yıl sonra tekrar gelmemeye başladı, artık eskisinden de zor günlerdi seni bekleyen, göz kırpıp da kaçmak daha mı kötü olmuştu sanki?

O kadar çok ilgilendik ki senle, hepimiz içimize gömüp olanları, seni ölesiye uzak tutmaya çalıştık onca kinden, nefretten. Bugün gittiğin psikoloğ ''hiçbir sorıunu yok, psikolojik ve ruhsal olarak yaşıtlarından oldukça ileri seviyede, özgüveni tam, sorumluluk bilinci yerinde'' derken bizi hiç hesaba kattı mı acaba?  bir de bizi dinleseydi ya..

Senin bize sorduğun soruları ben kaç kez sordum tanrıya biliyor musun? kaç kez öfkelendim babana, kaç kez tükürdüm üstüne o  kadının, ben kaç kez kaçırdım gözlerimi  senin, yan salıncakta babasının salladığı çocuğa bakışa rast gelmemek için,  kaç kez çevirdim yüzümü senin yutkunuşunu görmemek için, nasıl boğum boğum yuttum o hıçkırıkları biliyor musun? bir baba çocuğunu bisiklete bindiriyor, sen bunu görme diye ben kaç kez ''hadi şu yoldan gidelim'' dedim ...Herkes babasının, sen benim elimi tutmuşken yürüyüş yolunda nasıl kanattım yüreiğimi.

Şimdi 7 yaşındasın, bu sana kaçıncı mektubum hatırlamıyorum, diğerleri nerede onu da hatırlamıyorum ama bu mektup duracak bu sayfada.. olur ya seni üzmemek adına tek kötü laf edemediğimiz baban gibi birileri okur da, tükürür kendi yüzüne aynada...

15 Ekim 2010 Cuma

yıkılıp giden dekor parçası

ya bir sahnenin berbat olmasına neden olan parçadır ya da kimsenin farkına bile varmadığıdır. sahnenin olmazsa olması birdekora ait ise farketmemek mümkün olmaz ama yazılışından pek de öyle olmadığı açıktır. bir dekor parçası yıkılıp gitmiştir arkada ve oyun devam etmiştir bütün şatafatıyla. adamın aklına ''yoksa yıkılıp giden bir dekor parçası mıyım?, ne olur söyler misin?, oyun durdu mu?'' sorusunu getiren, akşam akşam nerden rastgelinen,  insanı hüzünbaz eden...

uçurumdan düşerken tutunulan dal parçası

acınacak haldedir. izler kendisine son anda tutunup kurtulabilecekken, kendisini tutmayan adamın uçurumdan düşüşünü, izler yerde yatan cansız bedenini günlerce, aylarca, yıllarca... o dal parçası taşırdı belki o adamı, taşıyamıyorsa da adamla birlikte uçurumdan düşmeye razıydı, soran olur mu? hayır.. ''tutun işte bana, son şans'' diye yalvarır, duyan olur mu? hayır.. uçurumdan düşen iyilik mi yapmıştır dal parçasına asla. ne hakkı vardır ki bunu yapmaya, onu ondan daha çok korumaya? boynu bükük bırakıp dal parçasını ardında, kendini ölüme terkeden ve daha acısı ölümünü o'na  izleten bir adamın derdi ne olabilir ki? sevgi değil asla o çok belli. madem gelinmiştir o uçurumun kenarına * madem o dal parçası orada duruyor hala * tutunulmalıdır, artık ölenin hakkı yoktur o'nu  orada yalnız bırakmaya, adamın düşüşünü izlemek için mi direnmiştir onca borana, fırtınaya? ama tüm yazılanlar boş, adam ölür dal parçası yaşar. bir esintinin (öyle fırtınaya falanda gerek kalmamıştır artık) kendisini sürüklemesini bekleyerek, uçurumun taaa dibine..

son şanstır.

sen giderken

derler ya hani; ''taşın toprağın suçu yok, insan derdini kendi içinde taşır'' diye, ne yaparsan yap o peşinden gelir içinden söküp atmadıkça, atamadıkça..

çekmiyor telefonum panik oluyorum bir an ''ulaşamazsa ölür meraktan'' diyorum hatırlıyorum o an yokluğunu bir kez daha, beynimde çakıyor şimşekler hiç de öldüğün falan yok oysa, ''hıh'' diyip omuz silkiyorum, yüzümde piç bir gülümseyişle. dayanabiliyormuş insan herkesin yokluğuna. sakın dayanamıyorum sanma, inan sen değilsin istediğim, özlediğim ; sendeki ben arayıp da bulamadığım..
o an düşünüyorum bir kez daha; nasıl sevmiştim seni , öylesine bendin ki, nerdesin şimdi? nerdeyim şimdi?
''bu kafa karışıklığı iyi değil'' diyorum gene başa dönmek var bu işin ucunda belli, en iyisi üstümü değiştirip, çıkıp bikaç kadeh şarap içmek..

bıraktım valizi yere ve açtım..

spor ayakkabılarımı çıkarayım dedim elime takıldın, puff tarak almamış mıyım ben yoksa? elimde tutuğum yine sen, ''hırkam nerde yaw çok soğukmuş burası'' derken valizden çıkan yokluğun...

seni mi sırtlanıp geldim ben?
seni mi sırtlayıp getirdim tee kilometrelerce öteye, başka bir ülkeye?

insan neler duyar anladım o zaman
can alıp başını bedenden, alıp başını giderken.

işte şimdi anlıyorum sen giderken ne yaptığımı. sadece durup bakmamışım arkandan,
nereye gitsem,
arşa çıksam,
dağı taşı delip geçsem,
kırık dökük bir valizle sürüye sürüye taşıdığım koskoca bir geçmişi yüklenmişim.
başımı gün geçtikçe öne eğen, beni rezil rüsva eden herkese, taşımaya çalışırken nefes nefese kaldığım bir geçmiş.

anladım! sen giderken ben geride kalmışım.

bakkal ve çocuklar

elindeki parayla dünyayı alabileceği inancını taşıyan çocuklar vardı ya bir zamanlar... alırdı da... bir sakız, bir küçük çikolatadan ibaret dünyası avuçlarındaydı artık.
bilseydim büyüdükçe herşeyin o kadar kolay mutlu etmeyeceğini vakti zamanında, bugün milyarların anlamsız geleceğini, daha bir keyifle çiğnemez miydim o sakızı, daha bi tatlı gelmez miydi o küçücük portakallı cinolar. ama olmuyor işte, neden dünyanın bilmem neresinden gelmiş koca çikolatalar lezzetsiz? eksik olan ne bunların içinde? elimizdeki minicik bozuk paralarla neyi alacağımızı şaşırırken bugün neden elimdeki paraları harcama isteği duymuyorum? neden o ufacık ayaklarım kocamanken şimdi, istediğim yere uzanabilecekken, neden uzanamıyorum mutluluğa ulaşmak için, o boyumun iki katı bakkalın tezgahına uzandığım gibi?

karamsarlık

ellerine yapışan yağ lekesi gibi,
 ellerini sürdükçe birbirine iğrenip de, daha çok yayılıyor, kollarına dokunuyorsun, dizlerine, karnına sürüyorsun ellerini, her yer yağ lekesi içinde. siliyorsun gözyaşlarını yüzün gözün kapkara oluyor.

sonra birileri geliyor, sabun uzatmak gibi bir şey yaptıkları, farkındalar mı? belki hayır...
bir ''palyaço'', kırmızı burnunu uzatıyor birden, hayatının tam ortasına, gülümsüyor, gülümsetiyor, uzatıyor sana o sabunu, lekesi kalıyor üstünde ama ellerin temizleniyor hiç olmazsa, hiç olmazsa dokunduğun yeri berbat etmiyorsun artık...

sakallı bir adam var ardında palyaçonun,  yıkıyor elleriyle yüzünü tüm karalığa inat, ''güzelmişsin'' diyor, ''hem de çok''... ''farkında mısın sen nasıl bir insan olduğunun?'' diyor hep..  üstün hala yağ içinde ama, hiç olmazsa gözlerin açılıyor,  görüyorsun yeniden...

düşüyorsun, kaldırıyorlar... yeryüzünde insan var hala görüyorsun işte, düpedüz yaşıyorlar hala...

ah gece

yerden kaldırıp kaldırıp yapıştırıyorsun çamurları üzerime, silkeliyorum eteğimi dökülmüyor, bu kadar mı düşmansın bana?